Hem fakülte hem de lojman dostum, ‘mimarlık ve eğitim dışındaki Deniz’ ile okul çıkışı lojman yolunda;
- Biliyomusun dün ne oldu?
- Hayır, daha söylemedin ki, bilmiyorum tabii..
- O-hoh, hoh, hooh (tipik kahkahası).. dalga geçmee..
- Tamam, ne oldu peki?
- Sabah okula geliğken bi inek, enlemesine (!!) duğup yolu kapatmış,.. öööyle bana bakıyodu..
- Anlamadım, nasıl bakıyordu yani?
- O-hoh, hoh, hooh, dalga geçmee..
- E, peki plakasını alsaydın namerdin, jandarmaya verirdik.. Senin yolunu ne hakla kapatır?
- O-hoh, hoh, hooh.. dalga geçme.. (birden ciddileşip) hem bak, esas sana bişey soğucam, ama kimseye söylemiiicen, söz mü?
- Ayıpsın, söyler miyim hiç..
- İneğin boynuzu oluuğmu?.. hem bu kadaağ (eliyle tarif ederek) memeleği bile vağdı bunun..
- Hocam, bi dakka, bildik anatomi ve işler karıştı.. Göğüsle.., öhöm, yani pardon Hocam, memeleri tam olarak ne kadar büyüktü, silikon olabilir mi?.. Hem, boynuzlar kulağın altında mıydı, üstünde miydi.. bu da önemli..
- ...
Ufak bir kovalamaca, ve sırtıma zalim (!) bir Deniz vuruşu..
- Teğbiyesiz sapık adam, noolcak..
- Acımadı kiii..
- Taşı yeğsen göğüğsün o zaman sen.. O-hoh, hoh, hooh..
Bir başka gün, gene okul çıkışı, gene lojman yolu;
- Kızı (Rebeka kastediliyor..) hafta sonu veteğneğe götüğdüm, biliyomusun, kağnı doluuu..
- Nerden bileyim Hocam, fazla beslemişsindir.. Ya da gazı vardır garibimin.. Çıkartıver..
- O-hoh, hoh, hooh.. (gene ciddileşip) dalga geçme.. Kız hamileee..
- Nee.. Vay hain.. Hangi şerefsizle kırıştırdı ha.. (kızmak hakkım, Rebeka’nın isim babası idim)
- ...
Aynı kovalamaca, sırtıma aynı vuruş, aynı iltifat..
- Teğbiyesiz sapık adam.. Bi keğe, O naamuslu bi anne, çocuklağının babası da Bozo (kendisi, koyun parçaladığı için çoban tarafından vurulana dek lojman bölgemizin milli eniştesi idi, sıkı koruma altındaki Rebeka’yı bile formatlamıştı çünkü..) tamam mı?
- Hah, şimdi tam oldu işte, Bozo’yu da damat alıp, ana-kız, torun-tosun lojmanda gül gibi yaşarsınız artık..
- ...
Gene ufak kovalamaca, gene vuruş, ama şükür iltifat yok;
- Daha beteği senin başına gelsin inşallah emi.. O-hoh, hoh, hoooh..
Kendine has kahkahasını, kendine has aksânını, insanı ‘üzerinde sadistçe bir özenle çalışmaya’ kışkırtan saf sorularını, muhteşem birikimiyle - kim bilir kaç yabancı dilden önce belleğinde çevirip sonra kurduğu - kendine has Türkçe cümlelerini, ‘titiz’ kelime seçimini, ve en gaddar şakalarıma dahi sınırsız hoşgörüsünü her zaman hatırlayacağım.
Bu hoş anıları, ‘kimseye söylemeyeceğime dair kendisine söz vermeme rağmen’ tümüyle kendine has Deniz Şengel’in hep buruk değil, gülümsenerek de hatırlanması için camia ile paylaşıyorum.
Ruhu şâd olsun.
Yrd.Doç.Dr.Selim Sarp Tunçoku
Mimarlık Fakültesi
Mimari Restorasyon Bölümü
|
Orta öğrenimini İzmir Amerikan Kız Koleji’nde tamamladıktan sonra 1978’de Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Öğrenimine Fulbright Bursu’yla gittiği Kuzey Amerika’da devam eden ve 1996’da New York Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nden doktora derecesini alan Şengel, Haziran 2003’te Karşılaştırmalı Edebiyat Doçenti oldu. Rönesans kültür ve edebiyatı, hümanizma, Antikiteden 1700’e poetika ve retorika, on dokuzuncu yüzyıl tarih yazımında Ortaçağ ve Rönesans kültürleri, Shakespeare, erken Batı edebiyatlarında Türk algısı, şiir-resim ilişkisi, edebiyat ve hukuk, edebiyat ve etik, edebiyat ve sanat kuramı, sone, dilbilim ve filoloji tarihi, edebiyat ile sanat ve mimarlık tarihi ilişkileri, Türk edebiyatını karşılaştırmalı inceleme yöntemleri ve edebiyat tarihçiliğinde metodoloji gibi çok sayıda alanda araştırma yapmıştır. Şengel’in bu konularda pek çok yayını ve sunulmuş tebliği bulunmaktadır. 1983’ten itibaren New York Üniversitesi, Trinity College, The Catholic University of America’nın yanı sıra Mimar Sinan Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nin çeşitli bölümlerinde dersler veren Şengel, 2002-2009 yılları arasında İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Mimarlık Fakültesi’nde öğretim üyeliği yapmıştır. |
|
Doğduğum gün beni hastanede ilk gördüğünde bana bakıp, “Güzel kızsın ama bakalım akıllı olacak mısın!” dediği anlatılırdı ablam Deniz’in. Yeni doğmuş bir bebek olarak bu sözünü duyduğumun bilincinde değildim. Olsaydım dahi dört yaşındaki ablamın ağzından çıkan bu sözün gelecek yaşamım üzerindeki etkilerini kuşkusuz anlayamayacaktım. Sanırım yıllarca sürecek yoğun ve ayrılmaz ilişkimiz daha o anda başlamıştı. Ablamla ilişkimiz abla-kardeş ilişkisinin çok ötesindeydi. Şimdi geriye dönüp baktığımda, onun ilk öğrencisi olduğumu anlıyorum. Bildiğim her şeyi ondan öğrendiğimi söyleyemesem de, bilginin ne olduğunu, nasıl kullanılması gerektiğini ondan öğrendim. |
Aynı yaşlardaki abla-kardeş arkadaşlarımızda gördüğüm ilişkiden çok farklı bir ilişkiydi bizimkisi. Ve kuşkusuz, abla tarafından yönlendirilen bir ilişki. Okuyup beğendiği her kitabı bana uzatır, “Bunu oku” derdi; ve okumam gerekirdi tabii ki. Yan yana oturup aynı kitabı okurduk. Anlamadığım yerleri ona sorardım. Bıkıp usanmadan anlatır, her sorumu yanıtlardı. Birlikte flüt ve gitar çalmasını öğrendik. 1969’da anne babamızın aldıkları Tom Jones, Engelbert Humperdinck 45’liklerini dördüncü katın balkonundan törenle attık. Dört kat düşüp de kırılmadıklarını görünce aşağıya inip hepsini kırdık. Bu, bizim için yeni bir dönemin başlangıcıydı. Kırdığımız 45’liklerin yerine kendi aldığımız 33’lükleri koymaya başladık. Janis Joplin, Led Zepplin, Doors, Jimi Hendrix, Frank Zappa...ve diğerleri. Uzayan saçlarımızı ortadan ayırmaya, annemizin bize diktiği biyeli elbiselerin yerine bol paçalı dar kadife pantolonlar giymeye başladık. Çocuk kitaplarını bir kenara koyup, sanat yazınına, tiyatroya, resime merak saldık (artık ilgi alanımızın dışına düşmüş kitapları asla balkondan atmadık).
Ben on dört yaşımdayken Deniz evden ayrılıp üniversiteye gitti. İlk kez ayrılıyorduk. En iyi arkadaşım, hocam gitmişti. O zaman onun herkese yer açan koskocaman bir kalbi olduğunu daha anlamamıştım. Birinci dönemin sonunda eve bir bavul dolusu kitapla geldi. Beni karşısına oturtup günlerce o dönem derslerde öğrendiklerini anlattı. Derste kullandıkları çağdaş şiir kitaplarından birinde Leonard Cohen’in Suzanne’i vardı. Nasıl büyük bir heyecanla gösterip, büyük bir coşkuyla müzik-şiir ilişkisini anlatmıştı! Tabii bana anlattıkları artık ders kitaplarında anlatılanlar değildi; kendi derslerini vermeye başlamıştı. Onu can kulağıyla dinlemem gerektiğini biliyordum.
Bu ilişki yıllarca, biraz şekil değiştirerek İzmir-İstanbul, İzmir-New York, İstanbul-New York arasında sürdü. Birbirimize sayfalar dolusu mektuplar yazıyor, arada bir de o günlerin teknolojisinin izin verdiği ölçüde telefonda konuşuyorduk. Onun yanımda olmasını istediğim, “Deniz olsaydı bana ne yapacağımı hemen söylerdi,” dediğim zamanların sayısını bilmem. Her konuyu, kendisine ne kadar uzak olursa olsun, hemen çözümleyip, çözüm alternatiflerini ortaya koyabilmek sanırım doğal yeteneğiydi.
New York’ta yaşarken bana tonlarla kitap, resim malzemesi, hatta giysi getiriyordu. Seksenler Türkiye’sinin içine kapalı politikalarının izin vermediği her şey elimin altındaydı ablam sayesinde. Yıllar içinde ikimiz de büyüdük, seçtiğimiz yollar farklılaştı. Ama hiç kopmadık. Zaman zaman ayrılıklarımız olsa da o benim için hep vardı, ben de onun için.
1980’ler New York
New York’tan dönüp İstanbul’a yerleştiği ara dönemde bir gün bana, “Mine, bir çeviri yapıyorum, yardıma ihtiyacım var,” dedi. İşimden yeni ayrılmış, oğlumun okulu nedeniyle yeniden bir şirkete girip yoğun tempoda çalışmak istemiyor, biraz ne yapacağımı bilmeden dolaşıyordum. O istediği gerçekten yardım mıydı yoksa bana bir yol mu gösteriyordu hâlâ emin değilim; o gün ablama “yardım” ederek başladığım çalışma yirmi yıldır sürdürdüğüm mesleğim haline geldi.
1989 - İzmir
Birçok insan için sıradan olan şeyler Deniz Şengel için “muhteşem”di. Son yıllarda, onu bir ziyaretimde yazıcısını bilgisayarına bağladığımda bana hayran kalmıştı! Basit bir iş olduğunu tabii ki o da biliyordu. Bu, Deniz Şengel’in insana kendini iyi hissettiren, değer bilen tavrıydı. Ama bu karşısındakine gösterip oracıkta kalan bir değer değildi. Her öğrencisinin başarısını, sevincini onunla birlikte yaşar, coşkuyla bize saatlerce anlatırdı.
Deniz gittikten sonra evini toplarken yıllar içinde ona yazdığım tüm mektupları, hatta en ufak bir notu dahi saklamış olduğunu gördüm. Tabii yalnız benimkileri değil. Evime koca bir torba mektupla, dolu dolu yaşanmış üretken bir ömrün tanıklarıyla döndüm.
Mektupları, defterleri karıştırırken not aldığım bir repliğe rast geldim. Deniz’in en sevdiği tiradlardan biri*:
“Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır. Yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız. Görorum hepiniz gardroba koşmağa hazırlanıyorsunuz. Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamağa başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır. Benim bir tiradım, şu pervaza sinmiştir. Hıranuş’la Virjinya’nın bir diyaloğu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar. Bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler. Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz, fısıldaşır dururlar sabaha kadar.
Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır.
Perde.”
* Haldun Taner’in Sersem Kocanın Kurnaz Karısı adlı oyunundan Fasulyeciyan’ın tiradı.
Deniz’in kızıydım ben nasıl dururdum, nasıl susardım?
“Koş kızım” derdin hep “durma koş..!”
Yorgunluktan bitene, nefesin tükenene kadar koş!
Kimsenin seni durdurmasına izin verme derdin hep
Nasıl durabilirdim ki artık? Nasıl sığardı içim içime?
Koskoca 4 yılını vermiştin bana! Nasıl unuturdum ki?
Dolu dolu yaşamıştık hepsini, her saniyesini mıh gibi kazımıştın aklıma..
Yürümeyi bile beceremeyen küçücük bir kızken daha sen öğretmiştin adım atmayı,
Senden öğrenmiştim ben böylesine çılgınca koşmayı.
Deniz gibi özgür ol derdin hep tüm hırçınlığınla,
Coşkulu ol, inatçı ol derdin hep yapılan tüm haksızlıklara…
Ve asla pes etme derdin
Sen hayatın peşinden değil, hayat senin peşinden koşsun derdin hep
Öyle hızlı koş ki, öyle dalga geç ki, bırak geride kalsın yakalayamasın seni asla derdin.
Korkmadan yürüyebilmeliydi insan seninle uçurumun en dibine kadar…
Gözü kara olmalıydı her şeyden önce, ezip geçmeliydi, savurmalıydı,
Yıkmalıydı tüm engelleri bir bir…
Ee denizin kızı olmak öyle kolay değildi işte…
Bir kere göze aldın mı o küçücük deniz köpüğünde boğulmayı, dalgalarla dans etmeyi, Yılgınlıkla en dibine çakılmayı ve coşkuyla şahlanıp en zirveye tırmanmayı
Hak etmiştin bir kere işte Deniz’in kızı olmayı...
Sen öğretmiştin bana doğruları yazıp yanlışları bozmayı,
Hatalarla yüzleşip acılarla büyüyebilmeyi
Sen tamamlamıştın benim eksik yanımı
Her şey daha bir keyifliydi, daha bir anlamlıydı seninle
Nasıl unuturdum deniz hocam o pazar kahvaltılarımızı, akşam yemeği yerine tost yediğimiz geceleri?
Nasıl unuturdum peki 2 yılımın geçtiği o lojmandaki evini?
Yorgunluktan üzerine serildiğimiz o koltuğu?
Peki ya üzerinde hayatı yazdığımız o masayı? Rebecca’yı?
Ya peki bir 2 yılımın daha geçtiği o ofisini? O kitapları? O kül tablasını?
Öğrencilerinle o keyifli sohbetlerimizi?
Nasıl unuturdum Deniz hocam? Nasıl?
Her köşesinde tonlarca anı biriktirmiştik biz seninle,
Beraber yazar, beraber çizer ve beraber bozardık her şeyi.
Yorgunluktan, uykusuzluktan geberene kadar çalışmayı sen öğretmiştin bana,
Sabahın beşinde yatar ve altısında evimi aradığında senin telefonunla uyanırdım hep.
Bazen kızardın yine mi uyuyorsun diye, bazen de hadi git uyu der azat ederdin beni bir tebessümle…
Durmak nedir bilmezdim asla seninle…
Bazen küçücük bir şeyden fırtınalar kopartırdın, bazen de sımsıkı kucaklardın beni…
Ne yaparsam yapayım bilirdim, hep arkamdaydın.
Düşmekten korkmazdım asla!! Bilirdim ki sen hep tutardın, kaldırırdın ayağa.
Ne kadar da çok uğraşmıştın benimle be Deniz hocam ne kadar da çok..!
Sanatçının eseri ellerinde şekillenir demiştin ve bana sen şekil vermiştin.
Senin gibi biraz hırçındım, biraz gözü kara, biraz da çılgın ama olduğum gibiydim işte…
Hatırlıyorum da sen uğurlamıştın beni ellerinle yurtdışına,
Nasıl da çabalamıştın gitmem için!
Senin sayende bambaşka ülkeler, bambaşka şehirler görmüş, bambaşka insanlar tanımıştım…
Gitmeden önce anlattığın sokakları dolaşmıştım bir bir,
Söylediğin her yere uğramış, Deniz’in selamını getirdim demiştim onlara…
Trenle geçerken bir şehri yaşamanın tadını, bir bankta sabahlamanın keyfini seninle keşfetmiştim…
İnce belli bardaktan çay içmiştik beraber…
Şampanya bile patlaşmıştın benim için tezimi bitirdiğimde...
Dün gibi aklımda hala, mıh gibi kazılı beynimde..!
Yorgunluğu beraber paylaşmıştık hep
Beraber yürümüştük Kordon boyunda biz gavur İzmirliyiz diye inadına inadına..!
Senin için bayrakları alıp akın akın yürümüştük cumhuriyet adına, Atatürk adına..!
Bağımsızlık benim karakterim derdin Atam gibi,
Hür olmalıydın sen hep, coşmalı taşmalıydın
Nasıl sığardın ki bu küçücük dünyanın içine?
Dünya küçüktü sana, sen bir o kadar büyüktün ona..!
Yapılacak milyonlarca şeyimiz vardı be Deniz hocam, söz vermiştin üstelik de bana,
Önce İtalya’ya gidecektik öğrencilerimizle,
Trenle gezecektik tüm Avrupa’yı,
Tarihi görerek, yaşatarak öğretecektik onlara,
Ama biraz dur be Deniz’in kızı demiştin bana,
Yorgunum, biraz daha iyileşeyim yapacağız hepsini demiştin,
İnatçıydın bilirdim, asla pes etmezdin
Hayatla hep dalga geçer, alay ederdin
Gıptayla bakardım senin bu deli cesaretine…
Yerine koyardım kendimi ama hep yıkıntıların arasında bulurdum,
Senin kadar güçlü olmayı becerememiştim hiçbir zaman
Kaybetmekten korkmuştum ben hep seni
Kendime bile söylemeye cesaretim yoktu işte..!
Sana son bir mektup yazmıştım be Deniz Hocam,
Belki okumuştun belki de okuyamamıştın bile
Bilmiyorum..!
Hastanede dediklerinde hiç düşünmeden gelmiştim yanına, biliyordum beni çağırıyordun,
Öylece yatıyordun hiç kıpırdamadan, ama uyuyordun biliyorum,
Ben seni görmüştüm, sen beni göremesen de
Ama son kez görememiştim o derin mavi gözlerini…
Biliyordum Deniz hocam inatçıydın, kalkacaktın o yataktan,
Bana sözün vardı üstelik..!
Kalkmalıydın da..!
Tutmadın sözünü be Deniz hocam, yarım bıraktın beni…
Şimdi müzik dondu, şiir sustu, resimler silindi bir bir hocam!
Anlamsızdı artık konuşmak, sustum, sustum, sustum…
Bak Dante ağlıyor hocam, Homeros çoktan yitti, Gérôme bile terk etti bizi,
Gotto’yu beklemiyoruz biz artık... Icarus çoktan düşmüştü, Matisse bile yalan söylüyordu...
Shakespeare anlamsızdı sensiz artık,
Mallerme daha bir yalnızdı sanki, Manet unutmuştu bile bizi…
İlk senden duymuştum barok bulutları,
İlk kez farklı bakmıştım bir kâğıt üzerine yağan Williams’ın yağmuruna,
Caravaggio’nun Medusa’sı hala gözlerimin önünde hocam…
Her şey donmuştu bir anda, her şey susmuştu…
Harf harf öğretmiştin hepsini bana, kelime kelime kazımıştın hepsini beynime
İlk senden öğrenmiştim “satır aralarını okumayı”
“Her şey onlarda gizliydi,” “her şey onlarda anlamlıydı” derdin
Tarihi ilk senden dinlemiş, ilk sende sevmiştim ben,
Sen anlatırdın, ben dinlerdim,
Sen yaşardın o tarihinin içinde, ben hayranlıkla seyrederdim seni
Kapatırdın gözlerini, kelimeler aşka gelirdi hep…
Şimdi yarım kaldı kelimeler be Deniz hocam, yarım kalan her şey gibi…
Kitaplarımız vardı yarım kalan, makalelerimiz vardı daha tamamlayamadığımız
Daha dün gibi aklımda A bloğu inleten bütün kahkahaların,
Ya o sevinçlerin? Heyecanın? Mutluluğun? Coşkun?
Şimdi herkes soruyor bana neden bu kadar çok acıyor canın diye
Anlamsızca bakıyorum hepsine şaşkınlıkla!
Ben Deniz’in kızıydım nasıl acımazdı canım..!
Ben annemi kaybetmiştim bir kere, en yakın arkadaşımı, en iyi sırdaşımı
Nasıl anlayabilirlerdi ki bunu? Hiç sahip olmamışlardı çünkü..!
O kadar çok acıttın ki canımı be Deniz hocam,
Beraber bir hayatı yazdığımız odanı kendi ellerimle boşaltmıştım,
Tezim hala o rafta duruyordu, makalelerim de öyle,
Masanın üzerinde hala bana bıraktığın notların duruyordu be Deniz hocam..!
“Sevgili Feray”la başlıyordu hepsi,
Ya o kül tablasına ne demeli? Sana çizdiğim resme, ya o sana aldığım hediyeye?
Öylece baktım hepsine…
Ben sana bırakmıştım onları, sense bana geri verdin hepsini bir bir…
Ellerimle kolilere koydum hayatımızı Deniz hocam..!
Bundan daha acı ne olurdu ki hayatta?
Nasıl acımazdı ki canım?
Nasıl kahrolmazdım ki ben?
Deniz’in kızı nasıl dayanırdı ki bunlara artık?
Tonlarca anı bırakmıştın bana, çok ağırdı hepsi taşıyamadım...
Yaşanmışlıkların yaşıydı içimdeki tutamadım...
Deniz tohumları bırakmıştın bana giderken bir avuç dolusu,
Şimdi Deniz’ler ekiyorum birer birer,
Deniz’ce duyuyor, Deniz’ce görüyor, Deniz’ce düşünüyor ve Deniz’ce yaşıyorum artık…
Sen birdin, ben yetiştireceğim binlerce Deniz’le sana geliyorum…
Ar.Gör. Feray Maden
Mimarlık Fakültesi / Mimarlık Bölümü
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü
Deniz Hoca ile yazılı iletişimimizin başlangıcı Şubat 2007’ye denk gelir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’udur vesilesi. Kütüphanemizin (ki o zamanlar Kimya Mühendisliği Binası’nın o saraysal merdivenlerinden yukarı çıktığınızda ulaşabildiğiniz bir kısmı Kütüphane Binası idi) kitap salonundan geçip çalışanlarının bulunduğu mahalle “huzur arıyorum ey insanlar” çağrısı yapmıştım. Laf aramızda, her türlü normal dışı girişlerime herhangi bir tuhaflıkla karşılaşmamış gibi sakin davranmakta üstlerine yoktur Kütüphanemiz çalışanlarının. Bilahare çalışanların da destek ve yardımını aldıktan sonra Huzur’a kavuşmuştum. Bir de ne göreyim, bağışlayan Deniz Şengel! Bu durumu derhal kendisiyle paylaşmalıydım. Paylaştım. Yazışma sonucunda öğrendim ki uzun zamandır ortalıkta görünmemesinin sebebi ciddi bir hastalıkmış. Derken üç yüz küsur en büyüğü yirmi sekiz elektronik postadan oluşan, muhtelif çap ve kalibrede düşünce ve paylaşım içeren bir ileti dizisi arşivim oldu.
Söz konusu Deniz Hoca olunca bu fikir paylaşımının kalibresi hatta kalitesi hayli yüksek oluyor malumunuz. Mesela daha otuz beşe gelmeden yolun yarısından bahsettiğimde şu cevabı almıştım:
“Yolun yarısı meselesi: daha sonra, 40'lı ve 50'li yaşlarımın yaş günlerinde tutulmayacağım türden bir depresyona 35. yaşgünümüme doğru tutulmuşken ve de niye acaba böyle karanlık hissediyorum diye düşünürken birden anladım ki bir şiir yüzünden bu hallerdeyim. Ondan sonra oturup şiiri düşündüğümde: "Dante gibi...": Dante, sonunda şair olacağı o ilahi yolculuğa çıktığında 35 değil 32 yaşındaydı (İsa'nın göğe uçtuğu yaş). Ama Cahit Sıtkı "yaş otuz iki..." diye yazsaydı, dize içi uyak olmazdı. Bir şiir yüzünden de değil, bir kafiye meselesi yüzünden depresyonlardaydım. Neyse, bu anım hoşuma giden bir anıdır.
Bir de, 99 depreminde, yarı göçüğün altından çıkıp emekleye emekleye kaldığım apartmandan çıkıp doğrulurken birden paniğe kapıldım çünkü Descartes'ın ilk adını hatırlayamıyordum. Deli gibi de hatırlamaya çalışıyordum. Çok uzun zaman sonra niçin o anda D'ın adını hatırlamaya çalıştığımı anladım: "varım" diyen adam.
İki hikaye arasında ne alaka? Hiç işte, günlük hayat, derin duygular ve bu duyguların metinselliği.”
Bu metni insanlarla paylaşmamak onlara haksızlık olur, otuz beşinci yaş yeni devrildiğinde paylaşmak ise ayrı bir gariplik. Hoca bunları yazdığı zaman yine hastane işleriyle uğraşıyordu, bu metinler ötesi insanın metin olmasını sağlamak ve ona moral vermek lazımdı. Bahsettiği iki ismin baş harfinin D olması bana ipucu olmuştu, günün üçüncü D’si kendisini ilan ettim. İnanın kendisini güldürdüm. Tebessümlerine ilave olarak, o ikiliyi yanına alınca daha zor şartlara katlanabileceğini ifade etmişti. Kitapseverler, bu 3D -üç boyut- kütüphanemizde yeterince ulaşılabilir durumda.
(Bu araya Hoca’nın hastalığı esnasında kendini nasıl motive ettiğine bir örnek sıkıştırmak lazım: “Theodor Frankl'ı bilir misin? Yahudi-Alman Filozof. Geçirmem gereken her zor evrede rehberimdir. Savaşı, toplama kampında geçirmiş. Gardiyanların kafasız, idraksiz ve onursuz olduğunu, kendisinde ise bunların hepsinin bulunduğunu unutmayarak, kendisinin insanlığının üstünlüğünü hep hatırlayarak, an be an yaşayıp hayatta kalmış. Toplama kamplarına düşenlere tabii ki haksızlık benim geçirdiğim süreçle mukayese etmek. Ama yine de Frankl babayı hatırlamak hep çok yararlı.” Frankl araştırması beni Theodor değil Victor, daha doğrusu Victor E. Frankl ile karşı karşıya getirdi. Kamplara düşmüş kaç Frankl olabilir ki zaten? Bu önerilen zatın İnsanın Anlam Arayışı adlı yapıtını Kütüphanemizin kitap istek listesine kaydettim. Arayan bulur.)
Dördüncü bir D hatırlıyorum. Onu da Laurence Sterne’in yine kütüphanemiz raflarında yer alan Tristram Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri adlı kitabı okuyup dehşetengiz bir manyaklık yorumunu yaptıktan sonra tavsiye olarak aldım: “O manyaklık tarzı, 18. yüzyıla özgü: Aydınlanma'ya özgü. Diderot'nun Kaderci Jak'ını da oku (Jacques le fataliste et son maitre). Sterne'e cevaben yazılmış olan bir roman.” Bu ileti dizisi güncellendikçe öğrendim ki Hoca adaşı Diderot’nun Ansiklopedi’sinin YKY çevirisinden pek hoşnut değil. Bu konuda bir de “Ansiklopedi'nin muhteşem bir Fransızca web versiyonu ile muhteşem bir İngilizce web çevirisi var. Şunun Türkçesini yapsak diyorum.” diye dile getirdiği projesi var.
Hoşnutsuzluk demişken, Hoca okunacak şeyler konusunda seçici davranırdı. Bunu şöyle izah etmişti: “Biz yazmayı sevenler ve grafomaniden mustarip olanlar okumayı giderek az seviyoruz. ya da ancak nadide şeyleri okumayı seviyoruz; tahammül edebiliyoruz.” Bilinen bütün kitapları bilen, iki bin civarı kitabı başkaları da okusun diye kütüphaneye bağış edebilen bu beynin seçmedikleri arasında Milan Kundera kitapları ve bir kısım Tahsin Yücel çevirileri de mevcuttu. Seçtiklerine geri dönelim: “Kütüphanede Small World diye bir roman var. Çok tavsiye ederim.” Small World’ü Hoca bir yaz okuması olarak tavsiye etmişti, ben ancak bir kış okuması haline getirebilmiştim. Ardından bol bol David Lodge okuyabilmemiz için Kütüphanemiz elinden geleni yaptı. Şimdi İyi İş var, Terapi var, Düşünce Balonları (ki bu kitabın arka sayfalarında yazar kitabın hazırlanmasından önce fikir verici bulduğu yirminin üzerinde kitaptan söz ediyor) var raflarımızda.
Yerli malı olarak Kütüphane raflarında var olduğundan emin olduğum E.Emine’nin Kurabiye Saatinde adlı yapıtı da Hoca tavsiyesiyle okudum. “Yalnız Proust'un söz ettiği (arka kapakta söz ettiği diye yazıyor) Türk Sefiresi de kim ola? Nerede söz ediyor?” diye sorsam da “oku gör” den başka cevap alamadım. Bilahare Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde serisinde bir nevi hocanın “Iter turcorum: Başlangıçtan 1900'e Avrupa Yazınında Türkler I” projesinin hafiyeliği yaptım. Gördüm. Ziyadesiyle eğlenceliydi. Aynı eğlenceyi Kütüphanenin diğer üyelerine dilemekten başka elden ne gelir…
Hocanın kitap tavsiyeleri kişisinden kişisine göre değişebilir elbet. Kişiye de yirmisinde ayrı otuzunda ayrı tavsiyeler verebilirdi. Zira günlerden bir gün “Yirmi yaşında bir çocuk Madam Bovary’den ne anlayabilir ki Allah aşkına? Otuz yaşından önce o anlaşılamaz ki!” demiştir.
Şahsıma (şansıma mı deseydim?) özel Kadın Çalışmaları hazırlığı tavsiyesi Ebru Dolunay’ın “Popüler Kadın Dergilerinde Kadın Bedeninin Temsili” başlıklı tezi olmuştur mesela. Kişisel gelişimime tavan yaptıracak “Partial Magic” tavsiyesine ise “Ben bu "Partial Magic"ten hiçbir şey anlamadım. Ara ara el yazınızın izini takip ettim ve "bu ne demek" içerikli notunuzu görünce bir ara o yapıt üzerinde de aynı fikirde (tamam sizinki partialdı, benimki hepsini kapsıyor) olduğumuzu düşünüp tebessüm ettim.” yorumunu yapınca “çok güzel” olduğuma dair Hoca teşhisi aldım. Bahis konusu kurşun kalemle tutulmuş notu Kütüphaneye ulaşabilen her İYTE’li görebilir.
Hoca elektronik olsun, kâğıda yazılıp zarfa konulan türden olsun Mektup kavramına pek ehemmiyet gösterirdi. Şu satıra kadar olan yazdıklarımızın var olmasını zaten bu mektup sevgisine borçluyuz. Fakat ben ayrı bir mektubattan bahsetmek istiyorum. Beşinci boyutumuz: “17. yüzyılda İngiltere'de anonim bir roman yayımlandı: 16 cilt. Adı, "Letters Writ by a Turkish Spy." (Writ: written'in eski hali) Aslında yazarı Daniel Defoe idi ve İngiltere'yi eleştirmek için dışarıdan birinin perspektifini kullanıyor, böylece sansürün hışmından da bir miktar korunmuş oluyordu” şeklindeki gizemle tanıtıyordu Hoca. İnternette arama yapıp yazılmasına kıvılcım olan ismi görmek mümkün, fakat kitabın o isme imzalı olarak verilmiş halini görmek bir ayrıcalık. Kitabımızın adı Bir Türk Casusunun Mektupları, yazarı Şebnem Şenyener. Ayrıca mektup konusunda Hoca’nın Akademik elektronik posta listesine Prof.Dr. Tamerkan Özgen Hocamızın “Cumhuriyet Yürüyüşü” konulu mektubuna verdiği cevabın son kısmında yer alan şu satırlara hayran kalmamak mümkün değil: Hümanistlerinin on beşinci ve on altıncı yüzyıl zarfında geliştirdiği bir yazı türü vardır: aslen daha geniş bir ortama yazılan mektup, duruşunu kimsenin sorgulayamayacağı bir yere erişmiş birine hitaben kaleme alınır. Amaç, mektubun adı verilen alıcısının temsil ettiği değerlerin, yazanın duruşunu ve yazdıklarının içeriğini de yükseltip, hatalarının göz ardı edilmesini sağlamaktır.
Onun en sevdiği filmi derslerde bile talebelerle izlediklerini bildiğim Gülün Adı olarak nitelendirebilir miyiz, bilmiyorum. Bir Il Postino var seyrettiğinden emin olduğum film olarak.
Deniz Hoca’nın Kütüphaneye bıraktığı izler sayfalara sığacak gibi değil. Bir kırmızı bez ciltli Orhan Pamuk kitabına dokunursunuz, “Sevgili Deniz”leri görürsünüz. Bir Sergüzeşt görürsünüz, Hoca’nın kim bilir hangi çağında arasına yerleştirdiği kurumuş çiçekle duygu tüneline girersiniz. Zamansız bir kayıp olan Hoca’yı Kütüphane raflarında kademe kademe bulursunuz. Görürsünüz ki hiç kaybetmemişsiniz.
Ne yazık ki Aralık 2007 taslağı şu an elimde olduğu için sevinsem mi üzülsem mi bilemediğim “AR 321 Mimarlık Tarih ve Kuramı II Cilt 1: Ortaçağ ve erken Rönesans” ve birinci bölüm taslak aşamasında bulunan “Postmortem: Bir Bilgi Denizinin Romanı” adlı kitapları hâlihazırda Kütüphanemizin raflarında göremiyorsunuz. Bu kitaplardan birincisi için benim elimden kemer fotoğraflamış olmak dışında pek bir şey gelmedi, gelmez. İkincisi ayrı bir muamma!
Memleketim halkının okuma oranının artışına bireysel olarak büyük katkıda bulunan mavi gözlü düşünen Türklerden fazla gelmiyor dünyaya. Vaktiyle bir şeyler demişse yazının finalinde kendi kelimeleri yer almalı. Mesela, Enstitü’nün düzenlediği Salvador Dali gezisinin gerçekleşmesine az bir süre kala bilgisayar ekranına düşmüş akademik elektronik posta listesindeki yorumlarından bu: “Hocam, gidilecek sergi, okunacak kitap dolu. Dolu. Ama: Foucault'yu göklere çıkarmadan, bu zat-ı Fransızın, AIDS olduğunu öğrendiği an Paris'in arka sokaklarında Cezayirli çocuklarla ilgilenmeye başladığını; kimlik felsefemizi Heidegger'den toparlamadan bu zatın (30'lardan 60'lara) bir iki biyografik bilgisini; tarihteki ilk filozof Sokrates'in niçin idam edildiğini (Atina'nın eğitim sistemini eleştirdiği için), 1450'li yıllarda ilk modern mimarlık risalesini yazan Alberti'nin, o kitabı Papa'ya alelacele (1453'de) sunarken Papa V. Nicholas'nın idam hareketlerinin nerelerinde durduğunu, evet bilmek zorundayız. Bilmek zorundayız. Bir sergiye giderken birkaç kitap karıştırmak zorundayız.”
Zeynep SAYLIK
Personel Daire Başkanlığı
1978 İstanbul – Tezini yazarken
Deniz Şengel 2009 yılının Mart ayında aramızdan ayrıldığında, yatağının başucunda halen yayıma hazırlamakta olduğu kitaplar, bitirmek üzere olduğu makaleler vardı. Bu çalışmalardan bir kısmı 2009 yılı içinde yayımlandı. Örneğin, Adem Uludağ ile birlikte İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin 8. Uluslararası Dil, Yazın, Deyişbilim Sempozyumu’nda sundukları bildiri, Feray Maden ile ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nin dergisi için hazırladıkları makale gibi. Yine 2009 başında Shakespeare’in ilk Türkçe çevirileri üzerine yazmış olduğu henüz yayımlanmamış bir makalesi, Şengel’in de hocası olan ve Türkiye’de İngiliz Edebiyatı alanında önde gelen isimler arasında yer alan Prof. Dr. Süheylâ Artemel için hazırlanan kitapta yer alacak.[1]
Üzerinde titizlikle çalıştığı ve uzun yıllardır yayımlanması için uğraştığı ünlü sanat tarihçisi Michael Baxandall’ın On Beşinci Yüzyıl İtalyasında Resim ve Algı adlı eseri basılmayı bekliyor.[2] Aynı şekilde, İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nde 2002-2009 yılları arasında verdiği Mimarlık Tarih ve Kuramı dersleri sırasında yazdığı Ortaçağ ve erken Rönesans döneminin mimarisini anlattığı kitabı kısa bir çalışmayla yayıma hazır hale getirilebilecek durumda. Bunlar dışında, burada sıralayamadığım diğer çalışmaları, yüzlerce sayfadan oluşan notları derlenmeyi bekliyor. Tüm bu çalışmalarıyla ilgili yayınevleriyle görüşmeler sürüyor.
Kısacası, aşağıda büyük çoğunluğunun kapsamlı bir dökümünü bulacağınız yayımlanan çalışmalarının yanı sıra yazmış olduğu ama henüz yayımlanmamış pek çok şey var. Fakat yine de Deniz Şengel’in mirasını yalnızca bıraktığı yazılı eserlerde aramak yanlış olabilir. ABD ve Türkiye’de sekiz ayrı üniversitede hem lisans seviyesinde hem de lisansüstü seviyede verdiği 30’dan fazla ders, yönettiği onlarca tez ve gerek konuşmacı gerekse oturum başkanı olarak katıldığı düzinelerce konferans, sempozyum ve panel… Ve tabii bunlara ek olarak, doğrudan katkıda bulunmasa da ilham kaynağı olduğu pek çok öğrencisi ile meslektaşının çalışmaları...
Bugün, Deniz Şengel ile bir şekilde tanışma ve ne vesileyle olursa olsun vakit geçirme fırsatını yakalamış kişiler olarak yaptığımız işlere dönüp baktığımızda, üzerinde çalıştığımız konular bambaşka bile olsa, kendisinin izlerine rastlayacağımıza eminim.
2000 yılında, üzerime aldığım her türlü iş konusundaki takıntılı yaklaşımım hayatta bir noktada bana yaramış ve tanışmamızdan bu yana gösterdiğim azim kendisini etkilemiş olacak ki, birlikte yaptığımız onca başka çalışmanın ve tez danışmanım olmasının yanı sıra beni üzerinde çalıştığı bir projeye de dahil edivermişti. İstanbul Bilgi Üniversitesi’ndeki öğrencilerin tez yazarken yararlanabileceği bir elkitabı olmaktan çıkıp, iki yıla yayılan bir kitap projesine dönüşen Guide to Writing Academic Papers and Dissertations’ın hazırlık süreci hayatımı geri dönülemez biçimde değiştirdi. Geçtiğimiz yıllar içinde edindiğim tüm deneyim bir yana, o zaman sabahlara kadar metinleri bilgisayarda tape etmiş, hata üstüne hata yapmış ve hâlâ hayran olduğum nokta, virgül ve boşluktan oluşan o dünyada yeterince gezinmiş olmak bugün bana gerek çeviri gerekse editörlük konusunda “10 yıllık deneyimim var” deme fırsatını veriyor.
Fakat burada özellikle, yine o sıralarda tüm hazırlık sürecine ve yazımına şahit olduğum, 2002 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan Dickens ve Sidney: İngiltere’de Ulusal Edebiyatın Kuruluşu adlı kitabından bahsetmek istiyorum. Şengel’in bu kitabı Sir Philip Sidney üzerine Türkçe’deki en kapsamlı—hatta tek—çalışma olduğu kadar, ulusal edebiyat kavramını İngiltere’deki gelişimi üzerinden etraflıca tekrar düşünmemize olanak sağladığı için de çok önemli.
Şengel, İngiliz Edebiyatı kanonunun kuruluş tarihini anlattığı kitabını Charles Dickens’in 1871’de öldüğünde, Westminster Katedrali’nin Şairler Köşesi’ne gömülmesiyle bitiriyor ve kitabın son sayfaları Şairler Köşesi’nin tarihini anlatıyor. Kitabın yayımlanmasının ardından benden bir tanıtım yazısı yazmamı istediği sıralarda, belki de tuhaf bir tesadüf eseri, Nâzım Hikmet’in mezarının Moskova’dan Türkiye’ye taşınması tartışılıyordu. Bu tartışma henüz bitmedi ve biteceğe de pek benzemiyor. Fakat o günlerde hemen aklımıza düşen bir soruyu bugün de yöneltmek mümkün: Siyasî anlamı büyük bu düşüncenin Türk edebiyatı tarihine ne gibi bir etkisi olabilir? Geoffrey Chaucer’ın 1400’de başka nedenlerle Westminster Katedrali’ne gömülmesinden neredeyse iki yüzyıl sonra, Kraliçe Elizabeth’in Şair-i Âzamı Edmund Spenser’in 1599’da Chaucer’in yanına gömülmesiyle Şairler Köşesi olmaya başlayan katedralin güney kanadına, Spenser’dan sonra, ulusal edebiyat kanonuna dahil edilen yazarlar gömülmeye başlanmış. Fakat hiç kimse St. Paul Katedraline gömülü olan Sir Philip Sidney’in ya da Stratford’da yatan Shakespeare’in mezarlarını buraya taşımak gerektiğini düşünmemiş. Aksine, hayatını “sürgünde geçirdiği için, ya da başka bir devirde başka bir nedenden başka ülkelerde ölenlerin, intihar edenlerin, Byron ya da Oscar Wilde gibi öldüğü devirde ahlâki nedenlerden Şairler Köşesine gömülmeyenlerin, kadın olduğu için buraya defnedilmeyenlerin anısına, zaman içinde daha geniş hoşgörüye kavuşuldukça, Şairler Köşesine andaçlar dikil[miş], yazıtlar eklen[miş].”[3] Başka bir deyişle, İngiliz Edebiyatı kanonuna dahil edilen her yazar burada sembolik olarak yerini almış. Dolayısıyla, Westminster Katedrali’nin Şairler Köşesi’nde yatan hiç kimsenin, orada yattığı için İngiliz Edebiyatı tarihine geçmediğini, bu köşenin İngiliz ulusal edebiyat tarihinin sembolik bir göstergesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda, eğer mezarını taşıyarak elde etmek istediğimiz, Nâzım Hikmet’in Türk Edebiyatı kanonuna resmen dahil edilmesi ise, bu mümkün gözükmemektedir. Sahip çıkılması gereken kemikleri değil, Nâzım Hikmet’in kendisi, eserleridir.
İngiltere’de ulusal edebiyat tarihinin kurulma çalışmalarının yürütüldüğü bir dönemde eserler veren Charles Dickens, kanonun bir parçası olarak, öldükten sonra Şairler Köşesi’ne gömülüyor. İronik biçimde, İngiliz Edebiyatı kanonun oluşması da bir başka önemli yazarın erken yaşta ölümüne dayanıyor: Sir Philip Sidney. Şengel, İngiltere’de ulusal edebiyatın kuruluşunu, gerek tarihî gerekse edebî açıdan önemli birer noktada bulunan bu iki İngiliz yazarın ilişkilerini inceleyerek ortaya koyuyor. Kitapta, “İngiliz edebiyatında pek dikkat çekmemiş” bu ilişkiyi gözler önüne sermek amacıyla, [4] Dickens’in Great Expectations adlı romanıyla Sidney’in Astrophil and Stella adlı sone dizisi yan yana konulmuş. Peki ama aradaki yaklaşık üç yüz yıl farka ve değişik edebî türlerde eserler vermelerine rağmen bu iki İngiliz yazar nasıl yan yana konulmuş, aralarında nasıl bir ilişki var? Ve tabii ki, en önemli soru, bu iki yazar ve eserleri arasındaki ilişkinin İngiliz edebiyatı kanonu açısından önemi nedir? Dickens’in Sidney’in eserlerini ve hayatını yeniden ele alışının ve edindiği belirli öğeleri kendi eserlerinde kullanmasının, yani üç asır sonra tekrar Sidney’e uzanmasının ve ona yaslanarak yazmasının nedeni nedir?
Şengel’in, Great Expectations’da Astrophil and Stella’nın izlerini ararken tüm bu soruların yanıtlarını da aradığı kitap altı bölümden oluşuyor. Bölümleri, kapsamlı bir araştırmayı belgeleyen “Bibliyografya” ile ayrıntılı hazırlanmış “Dizin” takip ediyor. Bu noktada kitabın her anlamda Türkçe basılan inceleme kitaplarında pek sık rastlanmayan bir profesyonelliği ortaya koyduğu belirtilmelidir. Kitapta, Great Expectations’da bulunan Astrophil and Stella’nın izleri, okuru, Dickens’daki Sidney izlerine yöneltiyor. Bu da, edebiyat tarihinde kanonlaşmanın aslında yazarların ‘birbirine yaslanması’ndan oluştuğunu gösteriyor. Şengel bu kitabında yalnızca İngiltere’de ulusal edebiyatın kuruluşunu anlatmıyor, aynı zamanda edebiyatın aslında nasıl evrildiğine de ışık tutuyor.
Bu bağlamda, Dickens ve Sidney: İngiltere’de Ulusal Edebiyatın Kuruluşu’nu okuduğunuzda kendi edebiyat tarihiniz hakkında da kafanızda sorular belirmesi mümkün. Sonuç olarak, Karşılaştırmalı Edebiyat disiplini bağlamında olduğu kadar, İngiliz Edebiyatı bağlamında da önemli bir araştırmanın sonucu olan kitap, yalnızca konunun uzmanlarına değil, böylesine ilginç bir bağlantının serüvenini okumak isteyen herkese hitap ediyor.
Deniz Şengel’in bir ulusun edebiyatının kuruluşuna ışık tutan bu karmaşık yapıyı ve ilişkileri anlattığı kitabının genel bir okur kitlesine de hitap edebiliyor olması bir tesadüf değil. Bunu mümkün kılan, üzerinde çalıştığı konuların çoğu Türkiye’deki akademik camiaya ve okura yabancı olsa da, Şengel’in çetrefilli konuları tüm açıklığıyla gözler önüne serme becerisi ve ilk defa duyduğunuz bir konu olsa dahi sizi üzerinde daha çok araştırmaya iten, merak uyandıran üslûbu. Bu nedenle, Deniz Şengel’in tutkulu kişiliği ve eşsiz zekâsının yanı sıra uzmanlık isteyen çalışmaların sonucunda ve yılların birikimiyle ortaya çıkmış olan aşağıdaki yayınlarının sizlerin hiç değilse bir göz atmak isteyebileceği türden çalışmalar olduğuna inanıyorum.
[1] Deniz Şengel, “Hamlet 1881: Mehmed Nâdir ve Türkçeye Shakespeare’den İlk Çeviri” (yay. haz. N. Kıvılcım Yavuz): Süheyla Artemel’e Armağan içinde, der. Nedret Kuran-Burçoğlu ve Cafer Sarıkaya (İstanbul, 2010’da yayımlanacak), cilt 2: 17 ss.
[2] Michael Baxandall, On Beşinci Yüzyıl İtalyasında Resim ve Algı, Michael Baxandall’ın Türkçe Basıma Önsözü ve Deniz Şengel’in Sunuş Yazısı ile, yay. haz. Deniz Şengel, çev. Ece Şetvan (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010’da yayımlanacak).
[3] Deniz Şengel, Dickens ve Sidney: İngiltere’de Ulusal Edebiyatın Kuruluşu (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002), s. 92.
[4] Şengel, Dickens ve Sidney, s. 2.
Kitaplar
Dickens ve Sidney: İngiltere’de Ulusal Edebiyatın Kuruluşu. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002. x + 112 ss.
Guide to Writing Academic Papers and Dissertations. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002. viii + 202 ss. Elektronik Kitap: <http://library.bilgi.edu.tr/record=b1046310~S10>.
Bilgi Olarak Sanat/ Olgu Olarak Sanatçı: Yeni Ontoloji. Yay. Haz. (Gülsün Karamustafa ile birlikte). İstanbul: UNESCO/AIAP Türkiye Ulusal Komitesi, 1992; 1993. xv + 218.
Sanatçı Hakları. Seminer ve Panel Tartışmaları. Yay. Haz. (Gülsün Karamustafa ile birlikte). İstanbul: UNESCO/AIAP Türkiye Ulusal Komitesi, 1992; 1993. xii + 212.
Çağdaş Düşünce ve Sanat. Yay. Haz. (İpek Aksüğür Duben ile birlikte). İstanbul: UNESCO/AIAP Türkiye Ulusal Komitesi, 1991; 1993. xii + 186.
Kitap Bölümleri ve Bildiriler
“Türkçeye İlk Shakespeare Oyun Çevirileri: Hasan Sırrı’da Metinden Kopmaların Bağlamı” (Adem Uludağ ile birlikte): Çeviribilim, Dilbilim ve Dil Eğitimi Araştırmaları. İzmir Ekonomi Üniversitesi 8. Uluslararası Dil, Yazın, Deyişbilim Sempozyumu Bildirileri, İzmir, 14-16 Mayıs 2008 içinde. Yay. Haz. Neslihan Kansu-Yetkiner ve Derya Duman. İzmir: İzmir Ekonomi Üniversitesi Yayınları, 2009. 344-53.
“Transcending the Wall: Libeskind’s Berlin Jewish Museum as Model for the Architecture of Unified Europe” (Feray Maden ile birlikte): ICCEES Regional European Congress, Berlin, August 2-4, 2007 Abstracts içinde. Yay. Haz. Thomas Bremer, Heike Dörrenbaecher ve Inken Dose. Berlin: Humboldt University, 2007. 221-22.
“Ortaçağ ve Rönesansda Türklerin Troya Menşei Üzerine Görüşler.”1. Uluslararası Karşılaştırmalı Edebiyat Kongresi. Osmangazi Üniversitesi. Eskişehir, 15-17 Ekim 2003. Yay. Haz. Ali Gültekin. Eskişehir: Osmangazi Üniversitesi, 2003. s. no. yok.
“Sources and Context of the Renaissance Historiography Concerning the Origin of Turks”: Historical Image of the Turk in Europe: Fifteenth Century to the Present. Political and Civilisational Aspects içinde. Yay. Haz. Mustafa Soykut. İstanbul: İsis Press, 2003. 175-96.
“The Invention of the res publica litterae/The Republic of Letters: Fifteenth-Century Italian Humanists’ Response to Exile.” Selves at Home, Selves in Exile: Stories of Emplacement and Displacement.Seventh International Cultural Studies Symposium, Ege University, 8-10 May 2002. Ed. Ayşe Lahur-Kırtunç. İzmir: Ege Üniversitesi, 2002. 39.
“Karşılaştırmalı Edebiyat Tarihi Yazımında Yöntem”: 1. Ulusal Karşılaştırmalı Edebiyat Sempozyumu. Osmangazi Üniversitesi. Eskişehir, 6-8 Aralık 2001 içinde. Yay. Haz. Ali Gültekin. Eskişehir: Osmangazi Üniversitesi, 2002. 372-77.
“Edebiyat Kuramı ve Devlet: Rönesans Poetikasında Meşrulaştırma”: Sanat ve Tabular, 2. Uluslararası Sanart Sempozyumu, Ankara, 4-6 Mayıs 1994 içinde. Yay. Haz. Hasan Ünal Nalbantoğlu, Jale Erzen. Ankara: Sanart, 1996. s. no. yok.
“Önsöz”: Bilgi Olarak Sanat/ Olgu Olarak Sanatçı: Yeni Ontoloji içinde. Yay. Haz. Gülsün Karamustafa ve Deniz Şengel. İstanbul: UNESCO/AIAP Türkiye Ulusal Komitesi, 1992; 1993. xii-xv.
“Romantizm ve Hukuk: Telif Hakkı ve Sanat Kuramı”: Bilgi Olarak Sanat/ Olgu Olarak Sanatçı: Yeni Ontoloji içinde. Yay. Haz. Gülsün Karamustafa ve Deniz Şengel. İstanbul: UNESCO/AIAP Türkiye Ulusal Komitesi, 1992; 1993. 140-68.
“Sunuş” (Gülsün Karamustafa ile birlikte): Sanatçı Hakları. Seminer ve Panel Tartışmaları içinde. Yay. Haz. Gülsün Karamustafa ve Deniz Şengel. İstanbul: UNESCO/AIAP Türkiye Ulusal Komitesi, 1992; 1993. xi-xii.
“ ‘Hayatın ve yazının ortasında’: Kara Kitap’ta Bilinç”: ‘Kara Kitap’ Üzerine Yazılar içinde. Yay. Haz. Nüket Esen. İstanbul: Can Yayınları, 1992. 251-64.
“Sunuş”: Çağdaş Düşünce ve Sanat içinde. Yay. Haz. İpek Aksüğür Duben ve Deniz Şengel. İstanbul: UNESCO/AIAP Türkiye Ulusal Komitesi, 1991; 1993. xii.
“ ‘Postmodernizm’ ve Teori”: Çağdaş Düşünce ve Sanat içinde. Yay. Haz. İpek Aksüğür Duben ve Deniz Şengel. İstanbul: UNESCO/AIAP Türkiye Ulusal Komitesi, 1991; 1993. 37-55.
Makaleler
“Kırılan Temsiliyet: Libeskind’de Bellek, Tarih ve Mimarlık.” (Feray Maden ile birlikte) METU Journal of the Faculty of Architecture 26: 1 (2009): 49-70.
“Mimarî Çizim Geleneğine Karşı: Libeskind’in Micromegas Serisi, Mimesis ve Tarihsel Ardalanı.” (Feray Maden ile birlikte) Arredamento Mimarlık 220 (Ocak 2009): 102-107.
“Shakespeare’den Türkçeye İlk Çeviri (1881): Mehmed Nâdir ve Hamlet’ten Üç Pasaj.” Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi X: 1 (Haziran 2008): 1-18.
“Asya, Avrupa, Afrika ve Mimaride Üsluplar Tarihi: Piranesi ve Bir On Sekizinci Yüzyıl Tartışması.” (Fatma İpek Ek ile birlikte) METU Journal of the Faculty of Architecture 25: 1 (2008): 27-51.
“Shakespeare Üzerine Bir Yazı ve Bir Düzeltme.” (Adem Uludağ ile birlikte) Türk Dili 665 (Mayıs 2007): 449-53.
“Piranesi Between Classical and Sublime.”(Fatma İpek Ek ile birlikte) METU Journal of the Faculty of Architecture 24: 1 (2007): 17-34.
“Turistik Andaçtan Mimari Çizime: Piranesi’nin Ortamında Veduta.” Arredamento Mimarlık 207 (Kasım 2007): 55-57.
“Modern ve Skolastik: Ruskin’in İncelenmemiş Bir Önsözü.” METU Journal of the Faculty of Architecture 23: 1 (2006): 19-39.
“Ut pictura poesis: Kısa Bir Tarih.” Parşömen 2: 4 (Bahar 2002): 1-69.
“Shakespeare’in Sonelerini Yorumlama Sanatı.” Parşömen 2: 2 (Kış 2000): 216-23.
“Renovatio urbis.” Fol 7 (Aralık 1997): 56-61.
“Teknolojiye Karşı Düşüncenin Savaşı.” Milliyet Sanat 295. 1 Eylül 1993. 14-15.
“Cinsellik: Akıllanma ve Bilinçlenmeyle Eş Anlamlı.” Kapris (Eylül 1991): 72-74.
“ ‘Baba Ölecek ki Kıssa Olsun...’: On Dokuzuncu Yüzyıl Türk Romanının Ahlakçı ve Ataerkil Konumunun Bir İncelemesi.” Cumhuriyet Kitap 61. 25 Nisan 1991. 6-7.
“Report on the Eastern Comparative Literature Conference, New York University, May 9, 1987.” Newsletter of the American Comparative Literature Association 1987. 16-19.
Sanat Yazıları
İkonografik Gelenek ve Radikal Modernlik. İnci Eviner sergi kataloğu. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2000.
“Kozmopolit Sanat Yerli Sanat.” (Ömer Uluç ile birlikte) Salı Toplantıları 93-94. Karşıdan Karşıya Geçerken Geçerken: Sanat içinde. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1995. 216-40.
“Sanatçıyla konuşma.” Anadolu’nun Görsel Tarihi II: Osmanlı/The Visual History of Anatolia II: The Ottoman. Hüsamettin Koçan sergi kataloğu. T.C. Kültür Bakanlığı, Avrupa Kültüründe İstanbul’un Yeri. İstanbul: MAS, 1994. Tekrar basım: Anadolu’nun Görsel Tarihi I, II, III içinde. İstanbul: MAS, 1995. 53-79.
“Ömer Uluç’la Bir Söyleşi 2.” Gösteri 213 (Nisan 1995): 22-27.
“Ömer Uluç’la Bir Söyleşi.” Gösteri 162 (Mayıs 1994): 24-28.
“Gülsün Karamustafa’nın İşlerinde Zaman.” Arredamento 3 (1994): 142-45.
“Düşkün İkona.” İstanbul 6 (Temmuz 1993): 148-53.
Palimpsest, Yazıt, Neume. Selda Asal sergi kataloğu. Ankara: Siyah Beyaz, 1992.
“Haftanın Sergisi: Hale Tenger.” Nokta 2: 20 (17 Mayıs 1992): 26.
“ ‘Anı Bellek’ Sergisi ve Bergson Alternatifi.” Gösteri (Mayıs 1992): 69-73.
“Hafıza-yı Beşer ya da Anı Bellek Sergi Dizisi.” Arredamento 2 (1992): 150-51.
Yeraltına Götüren Resimler. Selim Altan sergi kataloğu. İstanbul ve Ankara: Nev Galeri, 1991. Tekrar basımlar: Cumhuriyet 1 Ocak 1992. 7. Argos 42 (Şubat 1992): 92-98.
“Modern Resmin Ustaları: ‘Ekspresyonizm ve Sonrası’ Sergisi Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde.” Cumhuriyet 17 Eylül 1991. 9.
“Goya’nın Maya’sından İsmet Doğan’ın Maya’sına.” Gösteri 128 (Temmuz 1991): 72-74.
Palimpsest. Selda Asal sergi kataloğu. İstanbul: BM, 1991.
“3. Uluslararası İstanbul Bienali. Bir Küratör: Bruce Ferguson.” (Vasıf Kortun ile birlikte) Milliyet Sanat 294. 15 Ağustos 1992. 46-47;
“3. Uluslararası İstanbul Bienalinin Ardından.” (Ekrem Kahraman, vd. ile birlikte) Anons Plastik Sanatlar Dergisi 21 (Aralık 1992): 29.
Çeviriler
“ ‘Shakespeare’ Adının İlk Tarihsel Kanıtları: Greene ve Chettle Belgeleri.” İngilizceden Türkçeye Çev. ve Açıklama Metni. Parşömen 2: 2 (Kış 2000): 101-103.
Harry Levin. “Shakespeare’in Mirasına Genel Bir Bakış.” İngilizceden Türkçeye Çev. Parşömen 2: 2 (Kış 2000): 2-83.
“Schiller’den Polisiyenin Savunması.” Almancadan Türkçeye Çev. ve Açıklama Metni. Maceraperest 7 (Ağustos 2000): 4-5.
Michel Foucault. “Madness, the Absence of Work.” Fransızcadan İngilizceye Çev. (Peter Stastny ile birlikte) Critical Inquiry 21 (Kış 1995): 290-98. Tekrar basım: “Madness, the Absence of Work”: Michel Foucault and His Interlocutors içinde. Yay. Haz. A. I. Davidson. Chicago: University of Chicago Press, 1997. 97-104.
Michel Foucault. “Müellif Nedir?” Fransızcadan Türkçeye Çev. (Mine Şengel Arıman ile birlikte) Bilgi Olarak Sanat/Olgu Olarak Sanatçı: Yeni Ontoloji. Yay. Haz. Gülsün Karamustafa ve Deniz Şengel. İstanbul: UNESCO/AIAP Türkiye Ulusal Komitesi, 1992; 1993. 169-98.
Bilimsel Raporlar
İYTE Paleografya & Prezervasyon Grubu Gelişme Programı: Laboratuarlar. Ocak 2008. Urla: İYTE Paleografya ve Prezervasyon Grubu Yayınları, 2008.
İYTE Paleografya & Prezervasyon Grubu Gelişme Rapor ve Programı. Eylül 2006. Urla: İYTE Paleografya ve Prezervasyon Grubu Yayınları, 2006.
İYTE PPG Paleografya Envanter Katalogları 1: İzmir TR-35 Ka 001-İYTE 2005/ Parlak 01. Cilt 1. (Neş’et Hakan Arsan ile birlikte) Urla: İYTE Paleografya ve Prezervasyon Grubu Yayınları, 2006.
İYTE PPG Paleografya Envanter Katalogları 1: İzmir TR-35 Ka 001-İYTE 2005/ Parlak 01. Cilt 2. (Neş’et Hakan Arsan ile birlikte) Urla: İYTE Paleografya ve Prezervasyon Grubu Yayınları, 2006.
İYTE PPG Paleografya Envanter Katalogları 2: İzmir TR-35 Ka 002-İYTE 2005/ Salman 01. (Funda Adıtatar ile birlikte) Urla: İYTE Paleografya ve Prezervasyon Grubu Yayınları, 2006.
İYTE PPG Paleografya Envanter Katalogları 3: İzmir TR-35 Ka 003-İYTE 2005/ Yaylaköy 01. (Funda Adıtatar ile birlikte) Urla: İYTE Paleografya ve Prezervasyon Grubu Yayınları, 2006.
İYTE PPG Paleografya Envanter Katalogları 4: İzmir TR-35 Ka 004-İYTE 2005/ Saip 01. (Funda Adıtatar ile birlikte) Urla: İYTE Paleografya ve Prezervasyon Grubu Yayınları, 2006.
İYTE PPG Paleografya Envanter Katalogları 5: İzmir TR-35 Ka 006-İYTE 2005/ Karaburun 01. (Funda Adıtatar ile birlikte) Urla: İYTE Paleografya ve Prezervasyon Grubu Yayınları, 2006.
İYTE PPG Paleografya Envanter Katalogları 6: İzmir TR-35 Ka 006-İYTE 2005/ Ahurlu 01. (Funda Adıtatar ile birlikte) Urla: İYTE Paleografya & Prezervasyon Grubu Yayınları, 2006.
İYTE PPG Paleografya Envanter Katalogları 7: İzmir TR-35 Ka 007, 012-İYTE 2005/ Karaburun 02, 05. (Funda Adıtatar ile birlikte) Urla: İYTE Paleografya ve Prezervasyon Grubu Yayınları, 2006.
İYTE PPG Paleografya Envanter Katalogları 8: İzmir TR-35 Ka 008-İYTE 2005/ Karaburun 03. (Funda Adıtatar ile birlikte) Urla: İYTE Paleografya ve Prezervasyon Grubu Yayınları, 2006.
İYTE PPG Paleografya Envanter Katalogları 9: İzmir TR-35 Ka 009-İYTE 2005/ Karaburun 04. (Funda Adıtatar ile birlikte) Urla: İYTE Paleografya ve Prezervasyon Grubu Yayınları, 2006.
İYTE PPG Paleografya Envanter Katalogları 10: İzmir TR-35 Ka 010-İYTE 2005/ Salman 02. (Funda Adıtatar ile birlikte) Urla: İYTE Paleografya ve Prezervasyon Grubu Yayınları, 2006.
İYTE PPG Paleografya Envanter Katalogları 11: İzmir TR-35 Ka 011-İYTE 2005/ Salman 03. (Funda Adıtatar ile birlikte) Urla: İYTE Paleografya ve Prezervasyon Grubu Yayınları, 2006.
İYTE PPG Paleografya Envanter Katalogları 12: Paleografik Olmayan Bulgular ve Ortam, Karaburun İlçesi, İzmir. İzmir TR-35 Ka 002-013/İYTE 2005/ Salman, Yaylaköy, Saip, Ahurlu, Karaburun Merkez. (Funda Adıtatar ile birlikte) Urla: İYTE Paleografya ve Prezervasyon Grubu Yayınları, 2006.
Report of the Graduate Intensive Course in Comparative Cultural Studies, Center for the Comparative Study of European Culture and Art, Boğaziçi University, Istanbul, 11-22 December 1992. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, Avrupa Kültürü ve Sanatı Uygulama ve Araştırma Merkezi, 1993.
Report of the Workshop on ‘A Common European Identity in a Multi-Cultured Continent. Boğaziçi University, Istanbul, 20-24 April 1992. (Süheylâ Artemel ile birlikte) İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, Avrupa Kültürü ve Sanatı Uygulama ve Araştırma Merkezi, 1992.
N. Kıvılcım Yavuz
1866-1953 yılları arasında yaşamış ünlü mimarlık tarihçisi Sir Banister Fletcher’in 1896’da kaleme aldığı A History of Architecture başlıklı çalışması oldukça önemlidir. Eser, yalnızca mimarlık disiplini için değil, bugün içinde bulunduğumuz Doğu-Batı tartışmalarına bağlı konjonktürler, bu tartışmalardaki yerimiz ve “diğer”lerinin bizlerle ilgili bakış açısını anlamamız için de önemlidir. Dünya halkları için, Batılılar için, Doğulular için, Türkler için, akademisyenler için, araştırmacılar için, mimarlar için, kendini görmek, “diğer”lerini anlamak ve yorumlamak isteyenler için mutlaka incelenmesi gereken çalışmalar arasındadır. Ancak, 1996 basımı kütüphanemizde de yer alan bu kitabın önemi, benim için biraz daha büyük: Çünkü A History of Architecture ve Fletcher’in ele aldığı konular üzerine, yüksek lisans tezimde ve sonrasında düşünmemi, araştırmamı ve yazmamı sağlayan hocam ve aynı zamanda yüksek lisans tez danışmanım sayın Doç. Dr. Deniz Şengel’dir. Aşağıda okuyacağınız yazı da, sadece Fletcher, kitabı ve bahsettiğim konularla değil, aynı zamanda Deniz hocanın bizlere öğrettiği, bize gösterdiği ve görmemizi sağladığı akademik bakış açısıyla, dünya görüşüyle de ilgilidir. Yazı ayrıca, vefatının öncesinde kendisine sunduğum, son kez birlikte bakabildiğimiz, üzerine tartışabildiğimiz ve düşünebildiğimiz son yazıdır.[1] Bu nedenle, önemi benim için bir kez daha büyük...
Fletcher’in kitabında 1961 yılına dek yer almış ve 1961 yılında çalışmanın o dönemdeki editörü R.A. Cordingley tarafından çıkartılmış “Mimarlık Ağacı” ilüstrasyonu ise, yukarıda bahsettiğim konuları bir bakışta özetleyen bir görseldir. Bu nedenle, yalnızca bu illüstrasyona odaklanmak bile, Doğu-Batı tartışmalarının yaklaşık yüz yıl önceki durumunu, bugünkü durumunu, Batılı bir araştırmacının ve onun etkisindeki ardıllarının konuyu nasıl ele aldığını, Doğuyu nasıl gördüklerini anlamamızı da sağlayacaktır. Ancak bu illüstrasyonun okumasıyla başlamadan önce, A History of Architecture’nin günümüze dek tüm Anglo-Amerikan dünyada temel mimarlık tarihi kitabı olarak okutulduğunu ve 1996’da yayınlanan yüzüncü yıl basımının The American Institute of Architects tarafından Yüzyılın Kitabı seçildiğini de vurgulamam gerekiyor. Peki nedir bu kitabı bu kadar önemli yapan?
Mimarlık gibi dünyanın en eski meslekleri arasında kabul edilen bir disiplinin tarihsel gelişimini analojik bir yaklaşımla ve bir bakışta ifade etmek istesek herhalde ağaç figürünü seçmemiz gerekirdi. Bu açıdan Fletcher’in, ağaç ve mimarlığı tek vücutta birleştiren yaklaşımına hak vermemek olanaksız.
Meseleyi daha iyi kavrayabilmek için, şimdi çizimin hızlı bir okumasını yapabiliriz. Ağacın dallarının altına dizilmiş olarak gördüğümüz insan figürleri, Mimarlığa yakınlığıyla bilinen Coğrafya, Jeoloji, İklim, Din, Toplumsal ve Tarih disiplinlerini temsil eden Musalardır. İklim ve Din Musaları Ağacın gövdesini doğrudan destekler durumdadır. Hemen Musaların üzerinden başlayan dallarda ise aşağıdan yukarıya doğru kronolojik sırayla Fletcher’in bakış açısıyla adeta “mimarlık meyvelerini” görmekteyiz. İlk dal dizisinde, okuyucuya göre solda Peru, Meksika ve Mısır; sağda Asur, Hint ve Çin & Japon mimarileri—yani arkaik dönem—yer almaktadır. Bu mimarlıkları izleyen, antikiteyi temsil eden, ancak hiçbir alt birimden beslenmediğini gördüğümüz Yunan ve Roma mimarlıkları ise—yani Batılı görüşler tarafından tüm Avrupa ve dünya mimarlığının kökeni olarak kabul edilen bu iki mimarlık—doğrudan gövdeye, üstündeki kısmı ve tüm üst dalları besleyici bir noktaya yerleştirilmiştir. Bunları gövdenin Romanesk kısmı ile buradan türeyen Bizans ve Serazen mimarlıkları izlemektedir. Devamında, Roma mimarlığı etkisindeki Gotik ve Rönesans ana dalları ile bu dallara iki sırada tutturulmuş Belçika-Hollanda, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere, İspanya mimarlıkları görülmektedir. Ağacı tamamlayan taç kısımda ise modern tarzların yeniden canlanmasıyla Amerikan mimarlığı ve henüz isimlendirilmemiş yeni yetişen “mimarlık meyveleri” görülmektedir.
Oldukça keskin ayrımlar oluşturduğunu gördüğümüz Fletcher’e bu kategorileştirme de yetmeyecektir maalesef. Fletcher, adı geçen eserinde daha da ileriye giderek mimarlık tarihini “Tarihsel Olan” ve “Tarihsel Olmayan” mimarlıklar şeklinde ikiye ayıracak, Musaların üzerinde ilk sırada yer alan arkaik dönem mimarlıkları tarih içinde gelişim gösteremeyen ve üst dallara hiçbir şekilde katkı sağlayamayan “Tarihsel Olmayan” gruba yerleştirecektir. Peru, Meksika, Mısır, Asur, Hint, Çin & Japon başlıklarıyla yer alan Doğu mimarlığının dışındakileri, yani geriye kalan tüm üst dallardaki mimarlıkları—yani Batı Mimarlığını—Mimarlık Tarihini oluşturan gövde tarafından beslendiği ve dolayısıyla tarihsel gelişim gösterdiği için “Tarihsel Olan” gruba dahil edecektir.
Tarihsel fakirliği herkesçe bilinen Amerikan mimarlığının, ağacın tüm üslûplardan beslenen taç noktasına yerleştirilmiş olması bir yana, bugün dünyanın tarihsel ve kültürel zenginliğini büyük oranda borçlu olduğu Doğunun ve Doğu mimarlıklarının, Fletcher tarafından “Tarihsel Olmayan” gruba yerleştirilmesi dikkate değerdir. Oysa Fletcher’in on dokuzuncu yüzyılın sonlarında yaptığı bu türlü bir Doğu-Batı ayrımını, antikitedeki kozmografya anlayışında bile görememekteyiz. Nitekim, Latincede ‘dünya’ anlamına gelen terrarum orbis’in baş harfleriyle adlandırılan ve T harfinin haçı, O harfinin de yer küreyi temsil ettiği T-O haritaları, yeryüzünde bir zamanlar bu ayrımların bulunmadığının en iyi kanıtlarıdır.
İsidorus’un T-O haritasının orijinal ve Türkçe’ye çevrilmiş örnekleri:
Antikitede var olmadığını gördüğümüz Doğu-Batı veya Kuzey-Güney ayrımlarının günümüzde tüm şiddetiyle varlığını sürdürmekte olması ve küreselleşme gayretindeki dünyamızda bir taraftan da bu tür ayrımların kuvvet kazanması oldukça anlamlıdır(!). Yine bu bağlamda A History of Architecture kitabının Batıda Yüzyılın Kitabı olarak seçilmesi de, özellikle Avrupa Birliğine girmeye çalışan—ama bir türlü başarıya ulaşamayan—bizlere anlamlı gelmesi gereken bir durumdur.
Ar.Gör. İpek Ek
Mimarlık Fakültesi / Mimarlık Bölümü
[1] Okumakta olduğunuz yazının öncül bir versiyonu, İYTE Mezunlar Derneği elektronik bülteninin (VUU!) 2008 yılı 9. sayısında yayınlanmak üzere hazırlanmış, ancak bültenin söz konusu sayıdan itibaren yayından kalkması sebebiyle yayınlanamamıştır.
Gözümün önünde evren,
Tüm renkleri ve ihtişamıyla
Birbirine dönüşen, muazzam
Enerjisiyle durmadan.
Ruh kamaşır çakır ışıklarıyla
bütünleşir yabancılaştığı yetim umutlarıyla,
Bir kahkaha olur gonca yüreklerimize
dolar yıldızlarıyla,
Anlatır bildiklerini
coşku patlamalarıyla
Suretinde mümkünleşir
ülkesine sahip çıkan, bilinçli
korkusuz gençlik,
Gücünün farkına varan,
sakınmadan.
Söz utanır cümleleriyle
Katılır bir heves
eşsiz hayat kitabına
Taze sayfalarıyla, ve
Son söz olur çığlıklar
yazar şiirini yarım kalmış kitabın-
zihinlerimizde büyüyor artık evren
Tek başına bir manifesto,
hepimizi birleştiren
sonsuz ışıklarıyla.
Özlem Altun
İYTE 2009 Mezunu